30
barselona’ya ilk gidişimde hissettiğim şey, şehrin güneşli bir kartpostal gibi görünmesine rağmen altında tarifsiz bir enerji taşıdığıydı. mimarisinden sokaklarına, insanından denizine kadar her şeyin bir ritmi var. o ritmin en güçlü attığı yer de futbol. barselona’da futbol bir oyun değil, açıkça bir dil. insanlar bu dili konuşarak büyüyor.
şehri dolaşırken barça’nın izine rastlamamak imkânsız. bir apartman kapısında solmuş bir çıkartma, bir sokak duvarında çocukların tebeşirle çizdiği bir 10 numara, yaşlı bir amcanın market dönüşü aldığı gazetenin ön sayfası… mes que un club lafının burada niye doğduğunu yürürken bile anlıyorsun. barça sadece bir takım değil, şehrin hafızası gibi.
camp nou’ya doğru yürürken anlatması zor bir hava var: bir yanda turistik kalabalık, diğer yanda yerel halkın sakin ama gururlu telaşı. maça giderken kimse acele etmiyor, kimse bağırmıyor. barselona’da futbol, gürültüyle değil, zarafetle yaşanıyor. tribünde oturan 70 yaşındaki bir adam, paşa paşa oyunun şekline bakıyor; onun yanında 12 yaşındaki çocuk aynı pozisyonu aynı sabırla inceliyor. şehirde futbolu anlamak bir meziyet değil, doğal bir refleks.
barça’nın oyun tarzı da tıpkı şehrin kendisi gibi: akıcı, özgüvenli, estetik ve biraz da inatçı. topa sahip olma tutkusu, dar alanda paslaşma, oyunu şekillendirme… gaudí’nin kıvrımlı mimarisine bile benziyor bazen; düzensiz gibi duran ama aslında kusursuz uyum taşıyan bir yapı. barselona’nın ruhunu oyundan ayırınca takımın kimliği eksik kalır.
benim amatör edebi tarzımla söyleyeyim: barselona’da futbol, deniz kenarında çalan sakin bir gitar gibi başlar ama stadyuma geldiğinde büyük bir orkestraya dönüşür. şehrin her köşesinde bir parça barça vardır; kimi zaman bir çocuğun messi hayali, kimi zaman bir yaşlı teyzenin “bizim çocuklar bugün iyi oynadı” cümlesi…
barselona’yı anlatmak aslında barça’yı anlatmaktır. çünkü burada futbol sadece tribünde değil; sokakta, sahilde, markette, hatta bir kafede kahve siparişi verirken bile karşına çıkar. şehir takımı sahiplenmez, takım şehri tanımlar.
şehri dolaşırken barça’nın izine rastlamamak imkânsız. bir apartman kapısında solmuş bir çıkartma, bir sokak duvarında çocukların tebeşirle çizdiği bir 10 numara, yaşlı bir amcanın market dönüşü aldığı gazetenin ön sayfası… mes que un club lafının burada niye doğduğunu yürürken bile anlıyorsun. barça sadece bir takım değil, şehrin hafızası gibi.
camp nou’ya doğru yürürken anlatması zor bir hava var: bir yanda turistik kalabalık, diğer yanda yerel halkın sakin ama gururlu telaşı. maça giderken kimse acele etmiyor, kimse bağırmıyor. barselona’da futbol, gürültüyle değil, zarafetle yaşanıyor. tribünde oturan 70 yaşındaki bir adam, paşa paşa oyunun şekline bakıyor; onun yanında 12 yaşındaki çocuk aynı pozisyonu aynı sabırla inceliyor. şehirde futbolu anlamak bir meziyet değil, doğal bir refleks.
barça’nın oyun tarzı da tıpkı şehrin kendisi gibi: akıcı, özgüvenli, estetik ve biraz da inatçı. topa sahip olma tutkusu, dar alanda paslaşma, oyunu şekillendirme… gaudí’nin kıvrımlı mimarisine bile benziyor bazen; düzensiz gibi duran ama aslında kusursuz uyum taşıyan bir yapı. barselona’nın ruhunu oyundan ayırınca takımın kimliği eksik kalır.
benim amatör edebi tarzımla söyleyeyim: barselona’da futbol, deniz kenarında çalan sakin bir gitar gibi başlar ama stadyuma geldiğinde büyük bir orkestraya dönüşür. şehrin her köşesinde bir parça barça vardır; kimi zaman bir çocuğun messi hayali, kimi zaman bir yaşlı teyzenin “bizim çocuklar bugün iyi oynadı” cümlesi…
barselona’yı anlatmak aslında barça’yı anlatmaktır. çünkü burada futbol sadece tribünde değil; sokakta, sahilde, markette, hatta bir kafede kahve siparişi verirken bile karşına çıkar. şehir takımı sahiplenmez, takım şehri tanımlar.

